1-TÜRK ORDUSUNDAKİ STATÜKOÇULUĞUN TÜRKİYENİN İÇ HAYATINA ETKİLERİ

TÜRK ORDUSUNDAKİ STATÜKOÇULUĞUN TÜRKİYENİN İÇ HAYATINA ETKİLERİ

TSK ‘DA ASTSUBAY MESELESİ ÇALIŞTAY HAZIRLIK RAPORU

11 MAYIS 2023

ÖNSÖZ

 Bu çalışma profesyonel ordu içerindeki Astsubay sorunlarının tespiti, teşhisi amacıyla  bu konuda çalışma-iyileştirme yapacak kurumlara rehber olarak hazırlanmıştır. Son zamanlarda ordunun tamamen yeni bir sisteme geçmesi ve modernize edilmesi konuları tartışılırken, insan kaynakları sisteminin de etkinliği ve tamamen profesyonel personelden oluşması sorgulanmıştır. Bu büyük çaplı organizasyon değişikliği açık sistem yaklaşımı çerçevesinde ele alınmıştır. Tespit edilen tutum ve algılamaların nedenleri çeşitli olmakla birlikte sadece modellerin bütünleyici yaklaşımı ile yetinilmiş ve bu algı farklılıklarının nedenleri araştırılmamıştır. Ancak çalışma şimdiki durumu tespit etmesi ve her kademedeki (üst-orta-alt) yöneticiye uygulanmış olması nedeniyle değişimin tamamlanması sonrasında yapılacak olan araştırmalarda algılamaların ne yönde değiştiğini anlamada yardımcı olacaktır. Çalışmaya ışık tutan ulusal- uluslararası bir çok  yayın sentezlenerek tümevarıma ulaşma hedeflenmiştir.

Günümüzde toplumların demografik yapısının değişmesi, küreselleşmenin artması ve teknolojinin gelişmesiyle birlikte bireysel ve grup farklılıkları daha belirgin ve görünür hale gelmiş, toplumları ve örgütleri derinden etkilemiştir. Kamu-Özel kesimlerde işletme mantığı gereği bu farklılıkların etkin bir şekilde yönetebilmesi durumunda yaratıcılık ve yenilikçilik gelişmekte, müşteri pazarı artırarak rekabet üstünlüğü elde edilmektedir. Kamu yönetiminde ise farklı statülerin yönetimi kavramı daha geniş bir kapsamda “eşit istihdam fırsatı” “adil uygulamalar” ve “temsili bürokrasi” kavramlarıyla birlikte tartışılmaktadır. Türk kamu yönetiminde sivil kurumların yanı sıra askeri kurumlarda da farklılıkların yönetimi anlayışı uygulanmaktadır. Türk Silahlı Kuvvetlerin; hazır bulunuşluğu sağlaması, görevin etkinliğini artırması ve takım odaklı çalışmaları desteklemesi nedeniyle farklılıkların yönetimi anlayışını milli güvenlik için “askeri bir zorunluluk” olarak kabul etmektedir. Türk Silahlı Kuvvetlerinde uygulanan farklılıkların yönetimi anlayışı kurumun çekici kılınması çalışmalarıyla birlikte başlayan, personelin temin edilmesi, bireysel/mesleki gelişimlerinin sağlanması ve elde tutulması ile devam eden uzun süreçli ve çok yönlü bir insan kaynakları yönetimi tekniğidir. Bu çalışmada normatif düzeyde bir içerik analizi yapılarak Türk Silahlı Kuvvetlerinin benimsemiş olduğu farklılıkların yönetimi anlayışında nelerin olması gerektiğinin belirlenmesine çalışılmıştır.

Ayrıca bu çalışma askeri statülü kapalı hiyerarşik toplulukları araştırma konusunda çalışma yapacak gruplara ileride açık kaynak niteliği taşıyarak yol gösterecektir.

 Anahtar Kelimeler: Astsubay, Statüko, Profesyonel Ordu, Askeri Sistemler, Değişim, Algı, Dönüşüm.

GİRİŞ

Astsubay Meselesi ;

Astsubay tabiri TDK’ya göre kökeni Türkçe isim, askerlik anlamında kullanılan Türk Silahlı Kuvettler Yasası’na göre astsubay meslek yüksek okullarında yetişerek Silahlı Kuvvetlere katılan astsubay çavuştan astsubay kıdemli başçavuşa kadar rütbesi olan asker, gedikli anlamına gelmektedir. (TDK,2023)

Astsubay meselesi ve sorun tespiti hakkında  şu ana kadar yetkili kurumlarca yeterli seviyede  bilimsel araştırma yapılmamış olup 21. y.y. Yönetim anlayışına uygun  modern bir yaklaşım segilenememiştir. Yapılan akademik çalışmalar sınırlıdır, emekli astsubaylar üzerinden yürütülmüş olup araştırılmaya veya geliştirilmeye muhtaçtır.

Bu konuda yapılan bazı çalışmalar ve modern ordularda uygulanan modeller üzerinden konuya bakarak giriş yapmakta fayda olacaktır. Antalya Bilim Üniversitesi Öğretim Görevlisi Askeri Tarihçi (E.Albay) Prof.Dr. Mesut UYAR’ın Astsubay Sorununun İhmal Edilen Boyutu’’ isimli makalesi çalışmaya ışık tutacaktır.

(Akt.uyar,2022) Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) önemli sorunlarından biri astsubayların kamu personeli rejimi içerisindeki varlık sorunudur. Üstelik bu yeni değil, kökeni ilk mektepli astsubayların göreve başladığı 1912 yılına kadar uzanan köklü bir sorundur. Basın haberleri, Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği (TEMAD) açıklamaları, sosyal medya ve internet forumlarındaki tartışmalar görevdeki ve emekli astsubayların başta mali ve statü ile ilgili konular olmak üzere birçok sorun ve talebin ısrarlı bir şekilde dile getirildiği görülmektedir. 1970’li yıllardan bu yana astsubaylar basın ve gösterilerle şikâyetlerini toplumun geniş kesimlerine duyurmaya çalışmış, hatta gazeteci Nail Güreli yaptığı araştırma ve röportajlarla bu talep ve şikâyetleri toparlayıp 1991’de “Astsubaylar” adı altında yayımlamıştır. Bu konuya kronolojik askeri  süreç içerisinde bakmak gerekirse; Günümüzde Türkiye’de astsubay dediğimizde aklımıza ordunun teknik ve idari hizmetlerini yerine getiren teknisyen, makine operatörü, silah nişancısı, levazımcı, maliyeci ve personelci gelmektedir.(uyar,2022)

Oysa modern astsubay statü ve sınıfının doğmasının sebebi ateşli silahlarla kuşanmış orduların talimci (uygulamalı eğitmen) ve küçük birlik liderlerine olan ihtiyaçlarıdır. Yani astsubaylık en alt kademe icracıya duyulan ihtiyaç üzerine ortaya çıkmıştır. İlk ateşli silahlar oldukça ilkel ve hantaldı. Bunların doldurulması, nişan alınıp ateş edilmesi ve tekrar doldurulması güç, zaman alıcı ve tehlikeliydi. Hedefi vurma istikrarları düşük olduğundan birliğin topluca aynı anda ateş etmesi (yaylım ateş) gerekmekteydi. Daha da kötüsü askerlerin tamamının eğitimsiz ve cahil olmasıydı. Silahlarını topluca emniyetli ve hızlı bir şekilde doldurup ateşleyebilmeyi öğrenebilmeleri için sıkı ve devamlı talim görmeleri gerekiyordu. Muharebede ise askerlerin düşman ateşi altında paniğe kapılıp dağılmadan silahlarını kullanıp gereken manevraları yapabilmeleri için başlarında her daim onları yöneten ve denetim altında tutan küçük birlik komutanlarına ihtiyaç vardı. Böylelikle hem askerlere ferdi ve birlik halinde talim yaptıracak hem de muharebede onları sevk ve idare edecek uzman rütbeli asker ihtiyacı modern astsubay sınıfının doğmasına neden oldu. Yani ülkemizdeki yaygın kanaatin aksine, astsubayların asıl işlevi talimcilik ve takım seviyesine kadar küçük birlik komutanlığıdır. Top ve diğer ağır silahların kullanılması, istihkâmcılık (tahkimat, mevzii ve tünel kazma, sahra ve yol inşaatı, engellerden geçit açma gibi işler), bakım ve onarım eskiden sivil mühendis ve ustaların göreviydi. Levazım, maliye, personel ve diğer idari işler ise sivil müteahhitlerin sorumluluğundaydı. Bu önemli görevlerin sivil sözleşmeli (üstelik bazıları yabancı) personel tarafından ifa edilmesi savaş esnasında görevde devamlılık, sadakat, disiplin ve emniyet sorunları yarattığı için zamanla askerileştirildi. Bu yeni askeri teknisyen, operatör ve diğer teknik ve idari görevliler astsubay statüsü verilip astsubay sınıfına dahil edilmiştir. (uyar,2022)

Avrupa’da 16’ncı yüzyılda ortaya çıkan astsubaylık Türkiye’ye çok geç geldi. Osmanlı ordusu Avrupa’yla beraber ateşli silahları bünyesine almıştı, ama rütbeli askerleri subay-astsubay diye ayırma ihtiyacını hissetmedi. Zaten astsubaylığın doğuşuna neden olan sıkı ve daimi talim klasik Osmanlı askeri sisteminde bir türlü yer bulamadı. II. Mahmut başta Yeniçeriler olmak üzere klasik Osmanlı sistemini 1826’da kanlı bir şekilde sona erdirdiğinde yeni ordu kurmak için gereken acil ihtiyaçlar arasında astsubaylar yer bulamadı. Öncelik Avrupa tarzı akademik eğitim görmüş subay yetiştirmeye verilmişti. Ancak 1890lara kadar kıtalara ulaşan mektepli subay sayısı çok az olduğundan subay açığı alaylı subaylarla kapatılmıştır. Yani birlikler kendi subaylarını kendileri yetiştirmek durumunda kaldı. Kabiliyetli ve istek erler komutanlarca teskere bırakmaya teşvik edilmekteydi. Teskere bırakan usta erler önce “gedikli” adı altında astsubay görevlerini icra etmekteydi. Başarılı gedikliler ise subay nasbedilirdi. Usta-kalfa-çırak tarzı geleneksel görev başı eğitimle yetiştirilen gedikliler eğitmenlik, küçük birlik komutanlığı ve nişancı/operatör görevlerini yapıyor gözükseler de çoğunluğu okuma-yazma ve aritmetik bilmediğinden astsubaylık görevlerini layıkıyla yapamamaktaydılar. Zaten bu yüzden Avrupa’dan farklı olarak sivil usta ve kâtipler Osmanlı ordusunda çalışmaya devam etti. Gediklilerin yapamadığı talimcilik ve küçük birlik komutanlığı görevlerini mektepli subaylar üstlenmek durumunda kaldı. Yanaşık düzen dahil bütün eğitimi subay üstlenince gedikliler daha çok idari ve lojistik görevlerde istihdam edilmeye başlandı. Böylelikle etkisi günümüzde de devam eden tehlikeli bir gelenek başladı: Eğitimin tamamen küçük rütbeli subayların (teğmen-üsteğmen) görev ve sorumluluğu olarak görülmesi. 31 Mart Vakası (13 Nisan 1909) ve diğer isyanların faturasının alaylı subay ve çavuşlara (gedikli) çıkarılması sonucunda geleneksel kıta kaynaklı subay ve astsubay yetiştirme sistemi tamamen kaldırıldı. Yerine aynı yıl ordu merkezlerinde “Gedikli Küçük Zabit Mektepleri” açıldı. Böylelikle ilk defa astsubay unvanına karşılık yeni bir tabir “küçük zabit” kullanılmaya başlandı ve Avrupa tarzı astsubay sisteminin kurulabilmesi için somut adım atıldı. Üç yıl süreli bu okullar ilk mezunlarını 1912’de Balkan Savaşı esnasında verdi. Mektepli gedikliler deneyimi hiç de planlandığı gibi gerçekleşmedi. Ancak hem sayıları azdı hem de birliklerde büyük zorluklarla karşı karşıya kalmışlardı. Subaylar onları eski alaylı gediklilerden farklı görmedi. Askerler ise onları ne amirleri gördü ne de kendilerinden saydı. Ayrıca alaylılar tasfiye edildiğinden ordunun çok sayıda küçük rütbeli subaya ihtiyacı vardı. Mektepli gediklilerin çoğu kısa sürede subay nasbedildi. Geri kalanlar ise büyük karargâh ve eğitim merkezlerinde veya idari görevlerde istihdam edildi. Zaten gedikliler de yaşadıkları zorluklar yüzünden birlik komutanlığı görevinden kaçmak için fırsat aramaktaydı. Birinci Dünya Savaşı esnasında astsubay ihtiyacı yedek subaylardan karşılandı. Lise ve üniversite mezun ve öğrencileri temel  eğitim sonrasında birliklere “zabit namzeti” adı altında çavuş rütbesiyle gönderilmişti. 6 ay astsubay görevlerini yaptıktan sonra birlik komutanı uygun görürse asteğmen naspedilmekteydiler. 1923’te yeni Cumhuriyet ordusu kurulurken savaşlarda edinilen tecrübe ve devam eden Alman etkisi sonucu harp okullarında verilen üç yıllık akademik eğitime son verildi. Yerine iki yıllık uygulamalı askeri eğitim konuldu. Benzeri şekilde gedikli okulları da üç yıldan bir yıla düşürüldü ve sınıf okulları şemsiye altına alındı. Kısa süre içinde birlikler yeni gediklilerden şikâyet etmeye başlayınca mevcut gedikli okullarının kalite ve süresinin artırılması yerine bu okullara öğrenci yetiştirmek üzere 1927’de “Gedikli Küçük Zabit İhtizari (Hazırlama) Mektebi” açıldı. Ancak hiçbir dönemde hazırlama okulları yeteri kadar öğrenci yetiştiremediği için astsubay okullarına dışarıdan öğrenci alımı devam etti. .(uyar,2022)

Görüldüğü gibi yeni gedikli okullarının eğitim kalitesi düşüktü ve mezun sayısı ordunun ihtiyacını karşılamıyordu. Mezunların çoğu idari ve lojistik görevlere kaydırıldığı için muharip birliklerde çok az gedikli vardı. Dolayısıyla subayların eğitim ve küçük birlik komutanlık görevlerini ifa mecburiyeti devam etti. 1947’de Amerikan askeri yardım misyonu Türkiye’de göreve başladığında TSK’nın en büyük sorunlarından birinin astsubaylar olduğunu tespit etti. Amerikalılar yardım olarak verdikleri silah, araç ve teçhizatın hemen kullanıma sokulmasını, bakımlı ve işler tutulmasını istiyorlardı. Mevcut gedikliler ve işçiler, operatörlük, şoförlük ve teknisyenlik yapacak konumda değildi. Genelkurmay ve eski nesil subayların itirazlarına rağmen Amerikan yardım heyeti astsubay okullarına el atıp yeni silah, araç ve teçhizatı kullanacak, bakım ve onarımı yapacak tarzda dönüşüm gerçekleştirdiler ve yeni okullar açtılar. 1949’da gedikliler memur statüsüne geçirildi ve maaşları arttırıldı. 1951’de gedikli tabiri yerine Amerikan Deniz Kuvvetleri’nde kullanılan “petty officer” teriminen Türkçe bir karşılık icat edilip “astsubay” tabiri kabul edildi. Yeni astsubay rütbeleri ise Amerikan Hava Kuvvetleri’nden alındı.  Astsubay ve sınıf okullarının kapasite ve kalitesi Amerikan yardımıyla yükseltildi. Fakat Amerikalılar şoför, operatör/nişancı ve teknisyen eğitimlerine ağırlık verdiği için asıl astsubay görevleri olan eğitmenlik ve küçük birlik komutanlıklarında somut adımlar atılmadı. Eskisi gibi bu görev ve sorumluluklar küçük rütbeli subayların omuzlarında kaldı. Özlük ve statü ile ilgili düzeltmeler astsubayları tatmin etmedi. Hukuki, sosyo-ekonomik ve statü sorun ve talepleri devam etti. 1970lerde astsubaylar ve aileleri toplu dilekçe vererek ve gösteriler yaparak hak arayışına çıktı. İlginç bir şekilde astsubaylar taleplerini duyurmaya çalışırken devletten ziyade kendi komutanlarını ve subayların tamamını muhatap almalarıdır. Talepler istenilen derecede karşılanılmayınca astsubaylar arasında subay düşmanlığı doğdu. Bir başka dert ise astsubaylık bir türlü toplum tarafından beğenilen ve istenilen bir meslek özelliği kazanmamasıydı. Astsubaylık köy, kasaba ve şehirlerin varoşlarında yaşayan çok çocuklu fakir aileler tarafından tercih edilmekteydi. .(uyar,2022)

Çünkü kısa süre içinde meslek kazanıp düzenli maaş alma imkânı bulunmaktaydı. Sosyo-kültürel ve ekonomik köken Türkiye’de astsubaylık sorununun önemli bir parçasıdır. Zaman içinde astsubay okullarının eğitim kalitesi yükseltildi. Astsubay hazırlama okulları 1967’de (Elektronik Astsubay Hazırlama 1964’te) lise düzeyine çıkartıldı. Astsubay sınıf okulları ise ancak 2003’te meslek yüksekokulu statüsüne kavuştu. Zaten bütün ordu değişmekteydi. 1992 sonrasında kısa süreli zorunlu askerlerden uzun süreli profesyonel askerliğe geçiş kademeler halinde başlatıldı.  Profesyonel ordu aslında eski sorunları düzeltmek için büyük bir fırsattı. Yapılması gereken örnek alınan Amerikan ordusundaki gibi profesyonel askerlik ile astsubaylığı birleştirmek ve tek bir statü yaratmaktı. Bunun tam tersi yapıldı. İlk profesyonel askerler eskinin uzman çavuş statüsünü canlandırılarak göreve alındı. Ardından sözleşmeli er ve yedek astsubay çavuş gibi yeni statüler üretildi. Şu an silahlı kuvvetlerde dört ayrı çavuş bulunmaktadır: kıta çavuşu, uzman çavuş, yedek astsubay çavuş ve astsubay çavuş. .(uyar,2022)

Sonuçta profesyonelleşmeye rağmen Türkiye’de astsubaylar asıl işleri olan askeri eğitim ve küçük birlik komutanlığından uzak kaldı. Özellikle piyade sınıfında bu sorun kendisini daha çok göstermektedir. Eğer gerçekten modern bir silahlı kuvvetlere sahip olmak istiyorsak kangren haline dönüşmüş astsubay sorunu konusunda somut adımlar atılmalıdır. Astsubayların talep ve şikayetlerine çözüm getirilirken astsubaylık görev ve sorumlulukları tekrar gözden geçirilmeli ve olması gerektiği gibi uygulanmalıdır.’’ diyerek konunun önemine modern bir yaklaşım sergilemiştir. (uyar,2022)

Kaynak        :

Uyar, Mesut. Astsubay Sorununun İhmal Edilen Boyutu. İnternet Makalesi, Antalya Bilim Üniversitesi, 2022.      

Celal Bayar Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Halk Sağlığı Hemşireliği Anabilim Dalı Başkanlığınca yapılan başka bir  akademik çalışmada ise ‘Emekli Astsubaylarda Yaşam Doyumu ve Umutsuzluk Düzeyleri İlişkisi ve Etkileyen Faktörler’üzerine yapılan araştırmada;

(Akt.Yalçın,2019) ‘Askerlik mesleği çok zor koşullarda çalışmayı ve fedakarlıklar yapmayı gerektiren bir meslektir. Türk Silahlı Kuvvetleri’nde (TSK) çalışanlar iş yaşamını sadece bir meslek olarak değil, bir hayat tarzı olarak kabul etmektedirler. Bu nedenle TSK’den emekli olan askerlerin emeklilik sürecini kabullenmesi ve uyum sağlaması diğer emeklilerden daha zorlu bir süreç olmaktadır. Toplumsal ve sosyal bir olay olarak değerlendirilen emeklilik, insan yaşamının önemli dönüm noktaları arasındadır (Salman 2004). Emeklilikte birey, o zamana kadar edinmiş olduğu yaşama alışkanlıklarını değiştirmek durumunda kalır. Bu süreçte o güne kadar çalışma yaşamının kendisine sağladığı statü, saygınlık, ilişkiler ve yararlı olma duygusu, yerini boşluğa bırakır (Şen 2015). Yaşlılığın başlangıcı olarak da görülen emeklilik, ruh sağlığı açısından yüksek riskli bir dönemdir. Ancak emeklilik dönemi, her birey için sorunların yaşanacağı dönem olarak algılanmamalıdır. Bazı bireyler için bu dönem içe kapanma ve yalnızlık dönemi olurken, bazı bireyler için de yeni sosyal ilişkilerin kurabileceği, iş hayatından dolayı gerçekleştirilemeyen hayallerin gerçekleştireceği bir dönemdir (İpek 2017). Bu dönemi, toplumdan uzak ve yalnız yaşayanlar bir süre sonra umutsuzluk yaşamaya başlar (Bayramova ve Karadakovan 2004). Ruh sağlığını olumlu etkileyen umut, kişinin gelecekte karşılaşabileceği olumsuz olaylarla başa çıkabilmesini kolaylaştırır (Çelikel ve Erkorkmaz 2008). Umutsuzluk yaşayan bireyde karamsarlık, depresyon, kararsızlık, huzursuzluk, güvensizlik, sabırsızlık, terk edilmişlik, suçluluk duygusu gibi psikolojik problemler görülebilir (Kılınç 2002). Tüfekçiyaşar’ın (2014) aktarımına göre; Yang ve Clum (1994), MacLeod ve ark. (2005) umutsuzluğun intihar sürecini başlatan ve sürdüren en önemli etmen olduğunu bildirmişlerdir (Tüfekçiyaşar 2014). Yaşam doyumu kavramı, bir kişinin beklentileriyle elinde olanların karşılaştırılmasıyla elde edilen durumu ya da sonucu ifade eder. Kişi hayatını değerlendirirken, istekleri ve başarıları arasındaki algıladığı farkı karşılaştırır (Özer ve Karabulut 2003, Çetinkaya 2011). Bireyin kendini değersiz ve güçsüz hissetmesi yaşamdan doyum sağlamasının ve geleceğe umutla bakmasının önünde önemli bir engeldir. Emekliliğe başarılı bir şekilde uyum sağlayan bireyler yaşamdan daha fazla doyum almaktadır. Bu açıdan bakıldığında halk sağlığı hemşireleri eğitimci, danışman ve koordine edici olarak, fiziksel, psikolojik ve sosyal yönden birçok kayıp yaşayan yaşlı bireylerin umudunu arttırmada önemli roller üstlenebilirler (Babacan Gümüş ve ark. 2007). Emeklilik aşamasına yaklaşan bireyleri fiziksel, finansal ve sosyal açıdan emekliliğe hazırlayan uyum programları, dünyada uzun süredir uygulanmaktadır. Ülkemizde sosyal güvenlik sistemi ile bütünleşmiş bu tür programlar yoktur. Bazı kurumlar, kendileri emekliliğe hazırlanan çalışanlarına uyum programları yapmaktadır. Emekliliğe hazırlık programlarının temel amacı, bireylerin emeklilik dönemine ilişkin olumlu tutumlar geliştirmelerine, finansal, psiko-sosyal ve fiziksel yönden emekliliğe uyum sağlamalarına, emeklilik döneminde de üreten ve mutlu bireyler olmalarına yardımcı olmaktır (Şahin Baltacı ve Selvitopu 2012). Türk Silahlı Kuvvetler bünyesinde çalışan subaylara emekliliğe hazırlık programı uygulanırken, benzer program astsubaylar için yapılmamaktadır. Türk Silahlı Kuvvetleri’nden emekli olan subay ve astsubayların umutsuzluk düzeylerinin incelendiği bir araştırmada, emekli astsubayların umutsuzluk puan ortalamaları emekli subaylara göre anlamlı düzeyde yüksek bulunmuştur. Emekli subay ve astsubayların umutsuzluk puanları emeklilik nedenlerine, gelir düzeylerine, eğitim düzeylerine, yakın aile bireyleri, arkadaş ve sosyal çevre ile olan ilişkilerine göre anlamlı düzeyde farklılaşmaktadır (Kuraner 2004). Literatürde emekli astsubayların yaşam doyumu ve umutsuzluk düzeyleri arasındaki ilişkiyi ve etkileyen faktörleri araştıran çalışma bulunmamaktadır. Risk gruplarının sağlığının korunması ve geliştirilmesi halk sağlığı hemşirelerinin görevlerindendir. Duygusal ve fiziksel yönden iyilik halini sağlayıcı önlemler sağlığın geliştirilmesi kavramını açıklamaktadır. Bireylerin ilerleyen yaşlarında da kaliteli bir hayata sahip olmaları ve yaşamlarından doyum almalarını sağlamak önemlidir (Bayraktar 2002). Bu araştırma konu ile ilgili yapılan ilk araştırma olması nedeniyle bundan sonraki araştırmalara ışık tutacaktır.’

Yukarıdaki açıklamalar ışığında konun farklı disiplin tarafından çalışılması gereğidir. Gelişmiş ve  modern devletler bu konudaki meseleleri ciddiye alarak çeşitli modeller uygulamış ve  sorunsalın üstesinden gelmeye çalışmışlardır. Ülkemiz nazarında bu sorunsal çözülemeyecek düzeyde bir sorun olmadığı gibi  belirlenecek bir strateji  ve vizyonla çözümlenerek Türk Silahlı Kuvvetlerinin Personel yapısı daha da güçlenecektir, aynı zamanda birçok devlete örnek olacaktır.

Kaynaklar             :

 Yalçın, L.K. ve Özmen, D. (2019). Emekli Astsubaylarda Yaşam Doyumu ve Umutsuzluk Düzeyleri İlişkisi ve Etkileyen Faktörler , EGE HFD., 35 (3): 93-102 How to cite: Yalçın, L.K. and Özmen, D. (2019). The Relationship Between Lıie Satisfaction and Hopelessness Levels of the Retired Sergeants and the Factors That Affect It , EGE HFD., 35 (3): 93-102

BİRİNCİ BÖLÜM

1-TÜRKİYE’DE STATÜKO ve DEĞİŞİME DİRENÇ

ORGANİZASYON VE YÖNETİM BİLİMLERİ DERGİSİ Cilt 8, Sayı 1, 2016 ISSN: 1309 -8039 (Online) TÜRKİYE’DE STATÜKO ve DEĞİŞİME DİRENÇ Coşkun Can Aktan Prof.Dr. Dokuz Eylül Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi ccan.aktan@deu.edu.tr & Serdar Yay Araş.Gör. Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi serdaryay@sdu.edu.tr’den aktarılmıştır.  …….2023

a)Statüsel Mesele;

Latince bir kelime olan statüko (status quo); yeni bir durum ile karşılaşıldığında hiçbir şey yapmama eğilimi anlamına gelmektedir (Samuelson & Zeckhauser, 1988: 8). Türk Dil Kurumu statükoyu en yalın anlamı ile “sürer durum” olarak açıklamıştır (TDK, 2014). Kısa ve öz bir ifadeyle statüko değişimin zıddıdır. Statükocular ise statükoyu sürdürmek isteyenlerdir. Değişime ve değişim ile gelecek yeni düzene büyük bir şüphe ile bakarlar. Sürekli gelişen, değişen 51 dünyada değişim artık kaçınılmaz iken statükocular değişimi kabullenmekte zorlanmakla kalmamakla beraber; değişime karşı ciddi bir direnç meydana getirirler ve böylece değişime karşı en büyük engeli de ortaya çıkarmış olurlar.

(Akt.Aktan,Yay 2016) 21. yüzyılın en önemli kavramı olan değişim, çok eski tarihlere, milattan önce 500’lü yıllara kadar dayanmaktadır. Antik Yunan’ın büyük düşünürü Heraklitos’un ‘Her şey değişir ve hiçbir şey aynı kalmaz.’ deyişi ile önemini vurguladığı değişim; Aiskhylos’in, Zeus’tan çaldığı ateşle büyük bir değişime yol açan Prometheus’u anlattığı trajedide1 de karşımıza çıkmış, İbn-i Haldun’un değişimi ‘Tanrı’nın bir yasası2 ’ olarak kabul etmesi ile daha da önem kazanmıştır. Günümüzde ise ekonomiden siyasete, devlet yönetiminden şirket yönetimine, sosyal olaylardan kültüre her alanda yaşanan değişim içinde bulunduğumuz yüzyılın “Değişim Çağı” olarak anılmasına neden olmuştur.( Aktan,Yay 2016)

Değişim çağında dünyamızın tek değişmeyen kuralı değişim olmuştur. Dünyada değişim rüzgarları esmiş, her alanda değişimler yaşanmıştır. Ancak insanoğlunun doğasında bulunan yeni şeylere karşı şüpheci yaklaşım sebebiyle her değişim çabası elbette ki amacına ulaşamamış, bu durum değişime karşı engelleri de beraberinde getirmiştir. Bu engellerin başında ise, statüko (status quo), gösterilebilir.( Aktan,Yay 2016)

Türkiye’de de değişim söz konusu olduğunda pek çok engelle karşılaşılmıştır. Hiç şüphe yok ki statüko Türkiye’de de bu engellerin en başında gelmektedir. Statüko, tarihi zaferlerin ardından gelen büyük bir toplumsal dönüşüm ile 1923 yılında kurulan Türkiye’nin değişiminin önündeki en büyük engeldir. Çünkü, Türkiye dünyanın her anlamda hızlı bir şekilde ilerlediği, her konuda değişimin yaşandığı değişim çağını doğru okuyamamış, statükoyu koruyup kollayan ve menfaatleri statükonun sürdürülebilirliğine bağlı olanların değişime karşı gösterdikleri direnç yüzünden değişime şiddetle muhtaç bir konuma gelmiştir. (Aktan,Yay 2016)

                                                               .       

1 Prometheus, tanrısal düzene karşı çıkmış, insanlara ateşi vermekle değişimi gerçekleştirmeyi amaçlamış ve bunu başarmıştır. Prometheus, tanrıların en büyüğü Zeus’un elinden çalıp insanlara verdiği ateş ile onları hem karanlığa karşı korumuş hem de soğuğa karşı ısınmalarını sağlamıştır. Ancak bu durum Prometheus’un Zeus tarafından cezalandırılmasına, korkunç cezalar çekmesine ve zincirlere vurulmasına neden olmuştur (Aiskhylos, 2000). Buna ragmen Prometheus mevcut düzeni değiştirerek değişimi başarmış ve değişimin ilk sembolü olmuştur. 2 Ayrıntılı bilgi için bkz. (İbn-i Haldun, 1977: 222)

Kaynak          :

Oganisasyo ve  Yönetim Bilimleri Dergisi Cilt 8, Sayı 1, 2016 ISSN: 1309 -8039 (Online)

b)Türkiye’de  Statüko ve Değişime Direnç

Değişim çağında yok olmak istemeyen ülkelerin statükoya üstün gelmesi gerekmektedir. Türkiye’nin de değişim çağında ayakta kalması için değişimi başarması gerekmektedir. Bunun gerçekleşmesi için ise statükonun ortadan kaldırılması gerekmektedir. Çünkü, statüko Türkiye’de halen ciddi anlamda etkili olmaktadır. Statükonun ortadan kaldırılması için önceleri bir umut olan, son yıllarda yeşeren değişim inancının artık büyümesi gerekmektedir. Bu gerçekleşir  ise, statükodan ve statükoculardan arınmış Türkiye, yanlışların yerini doğrulara, eskilerin yerini yenilere, menfaatlerin yerini erdeme ve güzel ahlaka bıraktığı bir ülke olacaktır.

Türkiye bu engellerin üstesinden gelerek değişim çağına ayak uydurmak zorundadır. Peki ama bu nasıl gerçekleşecek? Türkiye’de statüko nasıl ortadan kaldırılacak? Türkiye değişimin önündeki sayısız engeli nasıl aşacak? Bu soruları cevaplayabilmek için Türkiye’de statükoyu oluşturan aktörleri analiz etmek gerekmektedir. Türkiye’de statüko siyasal güç odağını oluşturan siyasal seçkinler ve bunların aldığı kararları uygulayan bürokratlar (bürokrasi), karar alma süreçlerini doğrudan ve dolaylı olarak etkileyen çıkar ve baskı grupları, büyük zenginlerin oluşturduğu parasal güç odağı; yani burjuvazi, iletişim ve kamuoyunu etkileme gücünü elinde bulunduran medya ve en önemlisi de statükoda gücün en önemli kısmını elinde bulunduran ordudan meydana gelmektedir.

  Türkiye’de Statükonun Aktörleri Ordu, Medya, Burjuvazi, Çıkar ve Baskı Grupları ,Bürokrasi Siyasal Seçkinler.

Siyasal seçkinler: Seçkin kavramı ilk kez Pareto tarafından kullanılmış ve yöneten yani iktidardaki sınıfı tanımlamıştır (Sartori, 1997: 74). Pareto’nun seçkin diye tanımladığı şey, daha sonra oldukça farklı sonuçlara sahip bir biçimde iktidar seçkinleri veya siyasal seçkinler haline gelmiştir (Dahl, 1993: 342). Siyasal seçkinlerin gücü hükümet ve parti bütünlüğünün, iktidarının devamı için halk desteğinin ve genişlemekte olan bürokrasi başta olmak üzere statükonun diğer aktörlerinin kontrolündedir (Heywood, 2014: 447). Türkiye’de sınırsız devlet gücünü elini bulunduran siyasal seçkinler, bu güçlerini daha da arttırmak için statükonun muhafazasını istemişlerdir. Nitekim, bu durum değişime yönelik çabaları da ortadan kaldırmış ve Türkiye değişime neredeyse tamamen kapalı siyasetçiler yüzünden geriye gitmiştir.

Bürokrasi: Siyasal iktidarın almış olduğu kararların bizzat uygulayıcısıdır. Bürokrasi, siyasal seçkinlerden farklı olarak uzman kadrolara sahiptir ve çoğu zaman siyasi seçkinlerin aldığı kararlara etki etmektedirler. Ancak fayda maksimizasyonu içerisindeki bürokratlar, karşı karşıya oldukları sınırlamalar dahilinde faydalarını maksimize etmeye çalışmaktadırlar (Aktan & Dileyici, 2009: 59). Bürokratlar, ayrıca devlet kaynağını kendi buyruğu altında sonuna kadar kullanabilmeyi ve kendilerine herkesten öte ayrıcalıklar verilmesini istemektedirler (Poggi, 2011: 42). Bu durum, bürokrasinin itici bir güç, aktör veya organik yapı olarak siyasi iktidar mücadelesine etki etmesini sonucunu doğurmaktadır (Weber, 2014: 13-14). Böylece bürokrasinin çıkarları değişim çabalarının önüne geçmekte ve değişim umutlarını yok etmektedir. Türkiye’de de durum değişmemiş, bürokrasinin siyasi irade üzerindeki etkisi hep var olmuştur.

Çıkar ve baskı grupları: Çıkar grupları ortak maddi veya manevi çıkarlar etrafında bütünleşmiş ve bu çıkarlar çerçevesinde örgütlenmiş, ortak çıkarları doğrultusunda siyasi yönetimden talepte bulunan örgütlerdir. Bir çıkar grubu faaliyetleri ile organize olarak siyasal karar alma sürecini doğrudan veya dolaylı olarak etkileme ve menfaat elde etme çabasına girer ise o zaman ortaya baskı grubu çıkar. (Aktan vd., 2007: 204-205). Siyasal seçkinler ve bürokratlar dışında siyasal karar alma sürecinde çok önemli ölçüde doğrudan ve dolaylı olarak etkiye sahip olan çıkar ve baskı grupları Türkiye’de halen statükonun ciddi bir gücün oluşturan mesleki odalar, işçi sendikaları, dini gruplar, cemaatler, fikir dernekleri gibi çıkarlarını maksimize etmeye çalışan çıkar ve baskı grupları siyasal karar alma sürecini etkilemeye çalışmaktadırlar.

Burjuvazi: Parasal güce sahip zenginler bu güçlerini her zaman kullanma eğiliminde olup, siyasal karar alma sürecini etkilemektedirler. İktidarın kararlarını etkile gücüne sahip olan özel şirketler, holdingler ve büyük iş adamlarından oluşan burjuvazi ile siyasal iktidar arasındaki ilişki Türkiye’nin pek çok dönemine damga vurmuş ve parasal güç her zaman statükoya hizmet etmiştir (Aktan, 1999b: 112). Burjuvazi kendi çıkarlarına uygun olan reformları her zaman desteklemiş, ancak çıkarlarına uygun olmayan konularda değişime karşı büyük bir direnç meydana getirmiştir.

Medya: İletişim ve kamuoyunu etkileme gücünü elinde bulunduran medya statükonun bir diğer önemli aktörüdür. Gazeteler, televizyon ve son yıllarda özellikle sosyal medya aracılığıyla statüko değişimi kolaylıkla halk gözünde kötülemiş ve değişime karşı tehlikeli bir direnç meydana getirmiştir. Türk siyasi tarihinde pek çok önemli olay ve gelişmelerde medyanın halk üzerinde kurduğu baskı etkili olmuştur. Böylece statüko kendi ideolojisini topluma medya aracılığıyla yaymış ve değişime karşı bir direnç oluşturmuştur.

Ordu: Türkiye’de statükoda gücü elinde bulunduran en önemli kesim ordudur ve ordu statüko içerisindeki güç pozisyonunu koruma yönünde siyasi irade üzerinde etkili olabilmektedir. Dünyadaki değişim trendi ne zaman Türkiye’yi etkilese, toplumda değişim umutları yeşerse dokunulamayan güç konumundaki ordunun müdahalesi gecikmemiştir. Ordunun neredeyse her on yılda bir siyasi hayata yaptığı müdahaleler Türkiye’yi sancılı süreçlere sürüklemiş , Türkiye’nin değişim çağını yakalamasına engel olmuştur.

Türkiye’de, Cumhuriyet’in ilan edildiği andan günümüze değişim, toplumu akla ve yeniliklere zorlamış; bu durum ise büyük bir çaba gerektirmiştir. Bu çaba kimi zaman değişimin gerçekleşmesine yeterli olmuş, çoğu zamanda yukarıda saydığımız statükonun aktörlerinin yarattığı dirence yenik düşmüştür. Statükonun değişime karşı pek çok kez zafer elde etmesi; alışılmışlardan beslenmesi ve büyük bir baskı gücü oluşturması sebebiyle değişim için gereken çaba kadar büyük bir çaba gerektirmemiş ve çok daha kolay olmuştur. Bu durum Türkiye’de statükonun toplumun ruhunu ele geçirmesine ve değişmekten korkmasına neden olmuştur.

                                        .

 27 Mayıs 1960 Askeri Müdahalesi, 12 Mart 1971 Askeri Muhtırası, 12 Eylül 1980 Askeri Müdahalesi, 28 Şubat 1997 Postmodern Darbesi ve 27 Nisan 2007 E-Muhtırası.

C. TARİHSEL SÜREÇTE TÜRKİYE’DE STATÜKONUN DEĞİŞİME DİRENCİ

Türkiye’de değişimin tarihsel sürecini incelediğimizde değişime karşı her zaman bir direncin olduğunu söyleyebiliriz. Statükonun oldukça güçlü olduğu Türkiye’de bu direnci statükonun pek çok aktörünün birlikte oluşturduğunu görmekteyiz. Bu durum ise Türkiye’nin değişim umutlarını çoğu kez daha başlamadan bitirmiş, ancak kimi zaman da bütün dirence rağmen Türkiye’de değişimine yönelik atılan ciddi adımlar da olmuştur. Örneğin, Türkiye, Cumhuriyet’in ilanı ile belki de dünya da eşi benzeri görülmemiş bir değişimi yaşamış ve değişim inancı statükoya karşı galip gelmiştir.

Aslında Türkiye’nin değişim süreci 1923’ten çok daha öncesine 1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı’na kadar dayanmaktadır. Yeni bir dönemin başladığı, yeni düzenlemelerin, yeni yasaların ve kurumların ortaya çıktığı bu dönemde, Yeniçeriler başta olmak üzere yenileşme hareketlerine karşı bazı gruplar değişime şiddetli bir biçimde direnç göstermişlerdir. Bu direnç toprak sahiplerinin de desteğiyle daha da kuvvetlenmiştir (Öztuna, 2015: 53-54). Halkın büyük bir kısmında heyecan yaratan bu süreç kısa sürse de, 1856 yılında Islahat Fermanı’nın çıkarılmasının, 1876’da I.Meşrutiyet ve 1908’de II.Meşrutiyet’in ilan edilmesinin ve hatta 1923’te Cumhuriyet’in kurulmasının yolunu açmıştır. Uzun yıllar süren direnç, kanlı ayaklanmalara ve isyanlara neden olsa da değişime engel olamamıştır. Çünkü bu dönemde değişimin kaçınılmazlığı, toplumun dinamiklerini hareketlendirmiş ve yenileşme süreci başlamıştır.

1923’te Cumhuriyetin ilan edilmesiyle birlikte gerekli yapılanmalar ve çağdaş kanunlar ile yeni bir kimliğe bürünen Türkiye önemli bir değişim yaşamış ve hızlı bir şekilde ilerleme kaydetmiştir. Bu sayede, ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan belirli bir seviyeye ulaşan Türkiye, pek çok açıdan gelişim göstermiş, ancak Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünün ardından tek parti yönetimi ile giderek otoriter bir yapıya bürünmüş ve bu yapının giderek baskıya dönüşmesi statükonun hüküm sürdüğü bir Türkiye yaratmıştır. İlerleyen yıllarda, Türkiye’de yönetim biçimi otoriter tek parti yönetimine dönüşmüş, siyasal seçkinler ve bürokrasi ortaklığıyla büyüyen merkeziyetçi devlet yapısı daha da güçlenirken ordu başta olmak üzere çeşitli kesimlerin gücü giderek daha da hissedilmeye başlamıştır (Mahçupyan, 2008: 161). Statükonun ve statükocu zihniyetin bu dönemde 56 sürdüğü hükümdarlık, Türkiye’nin bugün halen değişime direnç gösteren yapılar ve zihniyetlerden kurtulamamasına neden olacak kadar etkili ve güçlü olmuştur.

İkinci Dünya Savaşı’nda tarafsız kalmayı tercih eden Türkiye, savaşın global anlamda getireceği sonuçlardan etkilenmiş ekonomik ve siyasi sorunlar ile karşı karşıya kalmıştır. Bu sorunlar, siyasal seçkinlerin, zenginler, bürokratlar ve ordu ile birlikte sürdürdüğü statükonun sorgulanmasına neden olmuş ve halkın bu duruma karşı değişim isteği tek parti iktidarından doğan Demokrat Parti ile hayat bulmuştur. 1950 yılında Demokrat Parti’nin ezici bir çoğunlukla iktidara gelmesi halkın statükodan kurtulmaya ve değişime yönelik istek ve arzusunu göstermiş, Adnan Menderes ve hükümetinin statükonun güçlendirdiği merkeziyetçi yapıya ve özellikle bürokrasi ve ordu başta olmak üzere statüko ile güçlenen her kesime karşı değişim isteyen halkın yanında olacağı Demokrat Parti’nin “Yeter! Söz milletindir!” sloganı ile daha en başından ortaya konulmuştur. Bunun da ötesinde Demokrat Parti kendini Türkiye’yi değiştirmek ile yükümlü olarak görmüştür. (Macit, 2010: 41-42; Zürcher, 2013: 324). Nitekim, Demokrat Parti iktidarı değişime yönelik ilk olarak söz konusu bürokratların ve ordunun etkisini azaltmaya ve bunları denetim altına almaya yönelik girişimlerde bulunmuş, bir yandan halk iyice değişim havasına bürünürken öte yandan da ilerici bir özgürlük ortamı oluşmuş, pek çok konuda değişime yönelik umut vaat eden gelişmeler yaşanmıştır. Bu dönemde ilerici bir özgürlük ortamı oluşmuş; basın ve söz hürriyetleri, dernek kurma ve toplantı kurma hürriyetleri gibi başlıklar değişim adına umutlar vaat etmiştir. (Kapani, 1993: 113). Ancak, Adnan Menderes hükümetinin özellikle orduya yönelik reformları, ordu içinde hükümete karşı örgütlenmelerin artmasına neden olmuş, ekonomiye yönelik alınan liberal önlemler ise medyanın ve çıkar ve baskı gruplarının etkisiyle ülkenin batırıldığı, dışa mahkum edildiği gibi argümanlar yoluyla halk arasında ihtilafların oluşmasına yol açmıştır (Şentürk, 2007: 41-42). Bu durumun sonucunda; Demokrat Parti’nin iktidara geldiği andan itibaren statükoya açtığı savaş, 27 Mayıs 1960 yılında ordunun hükümete el koymasıyla son bulmuş; statükonun belki de en önemli aktörü olan ordu Türkiye’de esen değişim rüzgarlarının kısa sürmesine neden olmuştur. Bu durum Türkiye’nin demokrasiye henüz alışamadığını ve değişime hazır olmadığını ortaya koyarken, statükonun gücü ile yeniden tanışmasına da neden olmuştur. 57

Ordunun hükümete el koymasının ardından kurulan ilk hükümet, varlığı 2 yıl bile sürmeyecek bir koalisyon hükümeti (Cumhuriyet Halk Partisi-Adalet Partisi) olmuş, bu dönemde halk darbe sonrası ilk kez kendini ifade edebilme fırsatını 9 Temmuz 1961’da yapılan halk oylaması ile bulmuş ve 1924 Anayasası’nı yürürlükten kaldıran 1961 Anayasası % 60’ın üzerinde bir oy ile kabul edilmiştir. Yeni anayasa ile statükonun en büyük aktörü olan ordunun ülke yönetimindeki etkisinin yasal olarak daha da artmıştır (Göktepe, 2014: 403-404). 27 Mayıs 1960’da ordunun Cumhuriyet döneminde siyasi yapıya yapmış olduğu ilk askeri müdahalenin ve sonrasında mahkeme kararıyla Demokrat Parti’nin kapatılması ile ortaya çıkan Adalet Partisi, Süleyman Demirel önderliğinde 1965 ve 1969 seçimlerini kazanmıştır (Karpat, 2013: 204-210). Demokrat Parti ile aynı çizgide politika izleyen ve halkın isteklerine karşı ılımlı bir tavır sergileyen Adalet Partisi’nin bu başarıyı elde etmesi halkın statükoya karşı sergilediği tutumu bir kez daha ortaya koymuştur. 1971 yılına gelindiğinde ise Fransa’da başlayan öğrenci hareketleri Türkiye’ye de sıçramış, Türkiye yeniden uzun yıllar sürecek bir kaos ortamına sürüklenmiş; üniversiteler başta olmak üzere pek çok kurum işlevlerini yitirmeye başlamış ve birçok talihsiz olay gündemi meşgul etmeye başlamıştır. Olayların üniversitelere yansıması pek çok aydının ve bazı sivil toplum kuruluşları orduyu yeni bir darbe yapmaya teşvik etmesine neden olmuştur (Tutar, 2007: 151-152). Şüphesiz Türkiye’nin içinde bulunduğu bu durum en çok statükocuları mutlu etmiş ve değişim gayretleri yeni engeller karşısında bir kez daha yeniden yenik düşmüştür.

 Bu gelişmeler 12 Mart 1971 askeri muhtırasının yaşanmasının arka planını oluşturmuş ve henüz kıvılcım halinde iken sönen değişim ateşi halk için bir sürpriz olmamıştır. 12 Mart 1971’de ki müdahalenin ardından yapılan düzenlemeler değişimi isteyen kurum ve kuruluşları derinden etkilemiş, sendikalar, basın, radyo ve televizyon, üniversiteler gibi kurumların ve pek çok hak ve özgürlüklerin önüne bir kez daha set çekilmiş, bürokrasinin ve merkeziyetçi yapının daha da güçlenmesine yol açmıştır (Ahmad, 2014: 181). 1970-1980 arası dönemde Türkiye, çok parçalı koalisyonlar ve azınlık hükümetleriyle yönetilmiş ve onbir hükümet kurulmuştur. Bu durum ise siyasal istikrarsızlığa yol açmış, değişim Türkiye’ye oldukça uzak bir kavram haline gelmiştir. Siyasal istikrarsızlık ve koalisyonların statükoyu güçlendirdiğini ve değişime engel olacağını belirten Aktan, bu durumu şöyle açıklamaktadır (Aktan, 2003: 150): “Bir ülkede siyasal istikrarsızlık ortamı da değişimlerin gerçekleştirilmesini engellemektedir. Çeşitli nedenlerle seçimlerin çok sık yapıldığı ülkelerde hükümetlerin radikal değişim projelerini uygulamaları güç olmaktadır. Hükümetler yeniden seçilebilmek amacıyla popülist politikalar uygulamaya yönelmektedir. Aynı şekilde koalisyonla yönetilen ülkelerde de radikal değişimleri başarmanın kolay olmadığını belirtmek gerekir.”

 Türkiye’nin değişim sürecinde bu dönemde en önemli gelişmelerden biri 24 Ocak Kararları’ dır. Adalet Partisi lideri Süleyman Demirel’in Alparslan Türkeş’in önderliğindeki Milliyetçi Hareket Partisi ve Necmettin Erbakan önderliğindeki Milli Selamet Partisi’nin desteğiyle 12 Kasım 1979 tarihinde kurduğu ve 12 Eylül 1980 darbesi ile sona erecek koalisyon hükümeti döneminde birkaç yıl sonra Türkiye siyasetine damga vuracak olan dönemin Başbakanlık Müsteşarı Turgut Özal tarafından hazırlanan ve ekonomik açıdan tarihi yapısal dönüşümleri içeren kararlar, Türkiye’de Turgut Özal ile başlayacak değişim sürecinin de miladı olmuştur. Dışa kapalı ekonominin terk edilip, piyasa ekonomisinin bütün kurum ve kurallarıyla yerleşmesi ile dışa açık ve liberal bir ekonomiye geçilmesi Türkiye’nin aslında sadece ekonomik açıdan bir değişim yaşamasını değil, siyasal ve sosyal alanı da etkileyecek bir paradigma değişimi yaşamasına neden olmuştur. 24 Ocak kararları bu sebeple, Türkiye’nin kabuk değiştirmesi anlamında atılmış en önemli adımlardan biri kabul edilmiştir. Çünkü bu dönemde Hayek, Friedman ve Buchanan gibi iktisatçılar sayesinde yeniden gün ışığına çıkan liberalizm özellikle ABD’de Ronald Reagan ve İngiltere’de Margaret Thatcher’ın politikalarının temelini oluşturmuş, “Muhafazakar Kapitalizm” ve “Yeni Sağ” olarak adlandırılan bu politikalar Turgut Özal ile birlikte Türkiye’de bir dönüşüm başlatmıştır (Aktan, 1994: 115-116). Türkiye, 24 Ocak Kararları ile Turgut Özal ve liberalizm ile tanışsa da Türkiye’de liberalizmin asıl başlangıç noktası 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra yapılan 6 Kasım 1983 seçimleri olmuştur.

12 Eylül 1980 sabahında statükonun hüküm sürdüğü Türkiye yeni bir askeri müdahale ile uyanmış, devlet organlarının işlemediği gerekçesiyle, silahlı kuvvetler yönetime el koymuştur. Türkiye tarihinde silahlı kuvvetlerin yönetime karşı bu üçüncü müdahalesi ile tüm ülkede olağanüstü hal ilan edilerek, parlamento dağıtılmış, Bakanlar Kurulu’nun görevine son verilmiş, milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırılmış, tüm siyasi partiler ve sendikaların faaliyetlerine son verilmiştir. Askeri müdahale sonrası, başlayan tutuklama dalgası siyasetçilerden, aydınlara, gazetecilerden, sivil toplum  kuruluşları temsilcilerine kadar uzanmış, daha da kötüsü bu müdahalenin yarattığı korku Türkiye’yi uzun yıllar etkilemiştir. Korkuların gölgesinde 7 Kasım 1982’de yeni anayasa halk oylamasına sunulmuş ve %90’ın üzerinde bir oy ile kabul edilmiştir. 1982 Anayasası’nın kabulünden hemen sonra statüko siyaseti ve kurumları yeniden şekillendirmeye başlamıştır (Zürcher, 2013: 401- 406). Etkileri günümüze kadar gelen bu askeri müdahale halkın adeta bir öğrenilmiş çaresizlik sendromu yaşamasına neden olmuştur. Böylece Türkiye artık askeri müdahalelerin ülkesi haline gelmiş, değişime yönelik çabaların sürekli engellere takılması toplumun büyük bir kesiminde Türkiye’nin değişiminin bir hayal olmaktan öteye gidemeyeceği düşüncesinin yerleşmesine neden olmuştur.

 1960-1980 arası dönemde Türkiye’de ordu üç başarılı müdahale gerçekleştirmiştir, Bu askeri müdahalelerin her biri de Türkiye’de statükonun varlığını güçlendirerek sürdürmesine yol açmıştır. Çünkü, statükoda gücü elinde bulunduran en önemli kesimlerden birisi ordudur ve ordu halen pek çok ülkede eleştirilemeyen bir tabu konumunu ve dokunulamayan güç pozisyonunu sürdürmekte ve kapalı bir organizasyon şeklinde olmaktadır (Aktan, 2003: 153-154). Değişim isteyen toplumlarda Türkiye’nin yaşadığı siyasi ve ekonomik istikrarsızlıklar ile karşılaşmak doğaldır. Ancak bu krizlerin demokratik usuller yerine, askeri müdahaleler yoluyla çözülmeye çalışılması değişime yönelik çabaları tamamen ortadan kaldırmaktadır. Üstelik, Türkiye’de yaşanan bu krizlerin olağan yollarla çözümüne hiç fırsat verilmemiş, askeri müdahalelerin çözüm önerileri de başarısız kalınca, bir süre sonra yeniden askeri müdahalelerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Türkiye’de yaşanan bu askeri müdahaleler ise, değişime engel olmakla kalmamış; değişimi isteyen toplumun her kesiminden insan da değişim çabalarına karşılık olarak gelecekte de başka bir askeri müdahalenin gerçekleşebileceği düşüncesi oluşmuştur. Bu düşünce ise toplumda değişimi isteyenlere karşı, değişime direnç gösterenlerin sayısının daha da artmasına neden olmuştur. Türkiye’ye böyle bir düşüncenin yerleşmiş olması, Değişim Çağı’nın getirdiği yenilikleri doğal olarak geciktirmiş ve Türkiye’nin yerinde saymasına neden olmuştur.

12 Eylül 1980 yılında yaşanan darbenin ardından Turgut Özal iktidarı döneminin yaşanması, Türkiye’nin daha önceki dönemlerle karşılaştırılmayacak şekilde önemli bir ilerleme kat ettiği bir dönem olmuştur. Özal, 12 Eylül 1980 yılında yaşanan askeri müdahalenin sonrasında oluşturulan asker ağırlıklı hükümette 60 Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olarak görev yapmış, 6 Kasım 1983 seçimlerinde ise kurucusu ve Genel Başkanı olduğu Anavatan Partisi (ANAP) ile iktidar olmuştur. Özellikle Birinci ANAP Hükümeti döneminde (1983-1987) Türkiye’de adeta bir “zihniyet devrimi” yaşanmış, pek çok alanda yaşanan gelişmeler çerçevesinde Türkiye büyük ilerlemeler kaydetmiştir. Ancak ne var ki, 1983 yılından Turgut Özal’ın 31 Ekim 1989 tarihinde Cumhurbaşkanlığı’na seçilmesine kadar olan dönem zarfında Türkiye, yaşanan olumlu gelişmelere rağmen Özal’ın gerçekleştirmeyi arzu ettiği reformların pek çoğunu geçen 1983- 1989 dönemi zarfında gerçekleştirememiştir (Aktan, 2003: 311).

 Türkiye’de değişimin savunucusu olan Özal, kendisini 1923’te ilan edilen Cumhuriyet ile birlikte yeni bir kimliğe bürünen Türkiye’nin mimarı Atatürk’ün vizyonu ile özdeşleştirmiştir. Atatürk’ü, “statükoyu değiştirmeye çalışan bir reformcu” olarak nitelendiren Özal, değişimin önündeki en büyük engellerden olan statüko ile mücadele etmiş, benimsediği yeni politikalarla değişimin lideri olmuş, dokunulmaz tabuları ilk defa tartışılır hale sokmakla kalmamış, ideolojik çizgileri kırarak, kökleşmiş kalıpları reddetmiştir (Barlas, 2001: 121 & Gürpınar, 2013: 160). Özal böylece yeni Türkiye’nin lideri olarak değişim çağında ortaya çıkan yeni dünya düzenine ayak uydurmanın gerekliliğini fark etmiştir.

Özal’ı diğerlerinden ayıran değişime karşı umutsuz kitlelerin desteğini arkasına alması olmuş, bu destek sayesinde statükonun hükümranlığında tıkanma noktasını yaşayan Türkiye eski yapısına adeta bir savaş açmıştır. Özal’ın Türkiye’nin değişiminin miladı olan 24 Ocak Kararları’nın baş aktörü olması, 12 Eylül 1980 askeri müdahalesinden sonra kurulan asker ağırlıklı hükümette Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olarak görev yapması, askeri müdahalenin ardından yapılan seçimlerde kurucusu ve Genel Başkanı olduğu Anavatan Partisi’nin seçimleri kazanması 1989’a kadar Başbakan ve ardından Cumhurbaşkanı olması, 1980- 1990 yıllarına damga vurmasına ve Türkiye’nin değişim sürecinde baş aktör olmasına neden olmuştur. 1980-1990 arasındaki bu dönemde Özal’ın politikalarının Reagan ve Thatcher hükümetlerinin uyguladığı politikaların yakın benzerlikler göstermesi ile Reaganomics ve Thatcherizm’den sonra ülkemizde Özalizm doğmuştur. 1980-1990 yıllarına hakim liberalizm anlayışı Özalizm ya da Özal Liberalizmi olarak adlandırılmıştır (Aktan, 1994: 122-123).

Türkiye, Özal döneminde önemli kazanımlar elde etse de maalesef radikal bir toplumsal dönüşümü gerçekleştirme fırsatını kaçırmıştır (Aktan, 1996: 30). Statükonun kolayca büyüdüğü merkeziyetçi yapının küçültülmesine, siyasilerin güç ve yetkilerinin sınırlandırılmasına ve piyasa ekonomisinin güçlendirilmesine yönelik reformlara imza atan Özal, geleceğin dünyasının çok farklı olacağını ve Türkiye’nin vakit kaybetmeden yeni dünya düzeni içinde yer alması gerektiğini belirtmiştir. Özal, Mustafa Kemal Atatürk’ten sonra Türkiye’nin gördüğü vizyon ve fikir adamlarının başında gelmiştir (Aktan, 2002: 713-714). Ancak, bu dönemde Türkiye değişen dünyanın gerçeklerini öğrenme imkanını yakalamış, statüko ve statükoculara rağmen değişim çağını yakalayabilmek için epeyce mesafe kat etmiştir. Özal sonrası dönemde ise Türkiye’de siyasal istikrarsızlık ortamı daha da artmıştır.

1990’larda başlayan karanlık günler, statükonun Özal döneminin değişim çabalarını karalama ve Türkiye’nin ilerlemesine engel olma çabalarıyla uzun yıllar devam etmiştir. Özal ile başlayan ve yapısal adımlarla güçlendirilen zihniyet dönüşümü, siyasetin daha önce görülmeyen bir şekilde siyasal seçkinlerbürokrasi-mafya tarafından kirletilmesi, halkın güvenini ve değişim isteğini kırmıştır. 1991 seçimlerine parti içi çekişmelerin yanı sıra Özal’ sız giren Anavatan Partisi, iktidarı Süleyman Demirel’in liderliğindeki Doğru Yol Partisi ve Erdal İnönü’nün liderliğindeki Sosyal Demokrat Halkçı Parti ortaklığında kurulan koalisyona bırakmıştır. Geçmişte askeri müdahalelerin olmasına neden olan bu iki parti arasındaki çatışma, toplumun sorunlarına çözüm bulmak ve toplumu huzura eriştirmek yerine Özal ve değişim politikalarına olan düşmanlık sayesinde iş birliğine dönüşmüştür (Tutar, 2007: 294). Nitekim, bu hükümet seçimleri kazanır kazanmaz tüm stratejisini Özal’ı, Cumhurbaşkanlığı’ndan indirmek üzere kurmuştur (Çelebi, 2013: 302).

90’lı yıllar siyasal istikrarsızlığın etkisiyle ülkede güven erozyonun yaşandığı, değişim inancını kaybetmiş halkın siyasi kurumlara olan inancının azaldığı, Türkiye’nin pek çok açıdan itibarının sarsıldığı ve Değişim Çağı’nın çok gerisinde kaldığı yıllar olmuştur. Türkiye’yi 10 yılda büyük değişimlere uğratan ve ülkeye yeni bir vizyon getiren Özal’ın 17 Nisan 1993’teki ani ölümü sonrası 16 Mayıs 1993’te Süleyman Demirel yeni Cumhurbaşkanı seçilmiş ve Doğru Yol Partisi lideri Tansu Çiller’ in, Anavatan Partisi lideri Mesut Yılmaz’ın, Refah Partisi lideri Necmettin Erbakan’ın ve Demokratik Sol Parti lideri Bülent Ecevit’in 62 Başbakanlığında kurulan koalisyon hükümetleri Türkiye’nin kaderini belirlemiştir. Bu dönemde hem ekonomide hem de demokrasi de yapılan büyük yanlışlar statükoyu güçlendirmiştir. Bürokrasi ve siyasal seçkinler işbirliği, medya ve bazı zenginler tarafından da desteklenince ekonomi politikalarında liberalleşme eğilimden uzaklaşılmış, büyük medya kuruluşları sahipleri aynı zamanda adeta ekonomi politikalarının belirleyicisi olmuşlardır (Turgut, 2006: 77). Yine bu dönemde ülke kaotik bir döneme sürüklenmiş, terör olayları ve yolsuzluklar artmış, ekonomik krizler birbirini izlemiş ve halkın değişim isteği gündemde yer bile bulamamış ve 90’lı yıllar Türkiye’nin kaybedilmiş yılları olarak tarihe geçmiştir.

Bu dönemde statükonun en önemli aktörlerden olan ordunun Türkiye’de siyasi alana son müdahalesi olarak kabul edilen ve diğer askeri müdahalelerden farklı olarak Cumhuriyet’in hukuksal ve yönetsel düzenini ortadan kaldırmadığı için “postmodern darbe” olarak tarihe geçen ve 28 Şubat 1997 tarihinde “irtica ve buna karşı alınacak tedbirler” gündemi ile toplanan Milli Güvenlik Kurulu’nda dokuz saat süren görüşme sonrası hükümete iletilen kararları tarihe geçmiştir. Bu postmodern darbenin öncesinde ve sonrasında statükonun aktörleri yine başrolde karşımıza çıkmıştır. Ordu ve Türkiye’nin önde gelen çıkar ve baskı grupları başta olmak üzere bazı gruplar yeni hükümet arayışı içine girmişler, medya ve iş dünyası aracılığıyla “Siyasal İslamın Yükselişi” ile “Laik Cumhuriyet Rejimi” ve “Şeriat” ile “Askeri Yönetim” ikilemleri ve bu dönemde yaşanan bazı olaylar sürekli gündeme gelmiş ve 18 Haziran 1997’de Başbakan Necmettin Erbakan’ın görevi koalisyon ortağı Tansu Çiller’e devretmek amacıyla istifasını dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e sunmasıyla bir dönem daha kapanmıştır. 28 Şubat postmodern darbesi bir gün ile sınırlı olmayan ve hatta etkisinin bin yıl süreceği iddia edilen bir darbe olarak Türkiye tarihine geçmiştir (Şentürk, 2007: 91).

1991 Genel Seçimlerinden 2002 Genel Seçimlerine kadar geçen sürede ortalama görev süresi bir yıl olan toplam on koalisyon hükümeti kurulmuştur (Çiçek, 2014: 19). Bu süreçte Türkiye’nin yaşadıkları ise siyasal istikrarsızlığın ve koalisyonların statükoyu güçlendirdiği ve değişimin önündeki en büyük engellerden biri olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır. Türkiye’nin Cumhuriyet’in kurulmasından bu yana yaşadığı bütün olumsuzluk ve özellikle 90’lı yıllar, halkın değişime ve statükonun ortadan kaldırılmasına olan ihtiyacını arttırmış ve bu 63 ihtiyaç 14 Ağustos 2001 tarihinde kurulan AK Parti’ye 2002, 2007, 2011 ve 2015 yıllarında yapılan seçimlerde tek başına iktidar olma zaferini kazandırmıştır. Öte yandan 10 Ağustos 2014 tarihinde Recep Tayyip Erdoğan Türkiye Cumhuriyeti tarihinde halk tarafından seçilen ilk Cumhurbaşkanı olmuştur. Özetlemek gerekirse Türkiye’de değişim yönünde şüphesiz ciddi mesafeler kat edilmiştir. Yukarıda saydığımız değişimi engelleme çabalarına, yıllar sonra açığa çıkan başarısız kalmış darbe girişimlerini, çıkar ve baskı gruplarının, işadamlarının özellikle medyayı kullanarak ülkede iç karışıklıklar oluşturmak suretiyle hükümeti düşürme gayretlerini ve bürokrasinin tehditlerini de eklediğimizde statükoyu halen Türkiye’nin bir gerçeği olarak kabul etmemiz gerekmektedir.

D. STATÜKODAN DEĞİŞİME YENİ TÜRKİYE

Türkiye’de statükonun ana aktörlerinin değişime karşı geçmişten günümüze büyük bir direnç oluşturduğunu söylemek mümkündür. Üstelik çoğu kez değişim söz konusu olduğunda bu aktörlerden sadece belirli kısmı değil, tümü bir araya gelmekte ve değişimin gerçekleşmesini güçleştirmek ve bu konuda engel oluşturmaktadır.

Bu genel tespitten sonra ülkemizde siyasal seçkinlerin ve bürokrasinin değişime direnen kesimlerin en başında geldiğini söylemek mümkündür. Öte yandan ordu da Türkiye Cumhuriyeti tarihinde statükonun ciddi bir güç odağını oluşturmuştur. Birçok çıkar ve baskı grubunun ve zenginlerin de ellerindeki gücü statükonun devamına yönelik kullanmaları ve bütün bu kesimlerin medya aracılığıyla toplumu etkilemeleri değişimi engellemiştir.

Özellikle son birkaç yılda “statüko” sözcüğüne iyice alışan Türkiye’de artık halk Türkiye’nin değişim ümitlerini uzun yıllardır ileriye erteleyenler ile mücadele istemiş ve Türkiye’yi değişime zorlamıştır. Ancak, bütün bu ilerlemelere rağmen Türkiye’nin oldukça zor ve sıkıntılı bir süreçlerden kurtulması mümkün olmamıştır. Ne yazık ki, Ay’da şehirleşme çabalarının başladığı bir değişim çağında Türkiye, kendisini değişime kapatmış ve değişime yönelik ciddi, kararlı ve cesaretli adımlarını atamamıştır (Aktan, 1998: 7).  

Türkiye değişim yolunda pek çok zinciri kırarak ilerlese de Türkiye’nin değişiminin önünde pek çok engel halen mevcuttur. Ne yazık ki Türkiye, değişim çağına ayak uyduramamaktadır. Türkiye’de değişim halen önemli bir ihtiyaç olup; Türkiye’nin değişimini engelleyen pek çok faktör bulunmaktadır. Bu durumun en önemli sebebi, Türkiye’nin toplumsal yapısı itibariyle değişim fikrinin yerleşmesinin oldukça zor olacağı, aynı zamanda değişime karşı direncin ve pek çok engelin kolayca oluşacağı bir ülke olmasıdır. Statükonun tiranlığından, askeri darbelere, çıkar ve baskı gruplarından medyaya kadar pek çok engel Türkiye’nin değişimine, değişim çağına ayak uydurmasına karşı olmuştur, olmaktadır ve olmayı sürdürmektedir.

 SONUÇ

Hızlı değişimlerin yaşandığı çağımızda statükonun tiranlığının hüküm sürmesi şüphesiz ki artık düşünülemez. Mevlana Celaleddin Rumi’ nin 13. yüzyılda söylediği “dünle birlikte gitti cancağızım ne varsa düne ait, şimdi yeni şeyler söylemek lazım.” sözü bu açıdan büyük önem taşımakta, eskinin artık önemini kaybettiğini güzel bir şekilde açıklamaktadır.

Dünya hızlı bir değişim süreci içindeyken, statükonun muhafazasından yana olmak ve değişime aktif bir şekilde direnmek çok yanlıştır. Değişim çağındayız; dolayısıyla değişim artık kaçınılmaz bir hal almıştır. Teknolojiden ekonomiye, siyasetten kültüre akla gelebilecek her alanda çok ciddi değişimler yaşanmaktadır. Bu durumu görmezden gelenler, buna karşı direnenler elbette sonunda kaybedecektir. Friedrich Wilhelm Nietzsche’nin “Derisini değiştirmeyi bilmeyen yılan ölür.” deyişi bu durumu çok güzel özetlemektedir.

 Dünya hızlı bir şekilde derisini değiştirir iken, Türkiye de derisini değiştirmeye ve yapısal reformlarını gerçekleştirmeye devam etmelidir. Ülkemizde “statüko kültürü“ yerini değişim kültürüne bırakmalı ve bu yönde toplumsal irade güçlü bir şekilde siyasi iradenin arkasında durmalıdır. Dünya değişimi tüm hızıyla yaşarken Türkiye henüz statükonun vesayetinden kurtulamadığı için değişim çağının gerisinde kalmıştır. Türkiye’nin statükonun tiranlığından kurtulabilmesi için aşağıda özetlenen vizyon ve yol haritası önem taşımaktadır. 6

Türkiye, yeni dünya düzeninde yerini alabilmek ve 21. yüzyıl bilgi toplumuna yetişebilmek için sosyal, siyasal ve ekonomik sorunlarını çözüme kavuşturmak zorundadır.

Türkiye, halihazırda ciddi sorunlarla karşı karşıya bulunmaktadır. Yapılması gereken ilk iş sorunları teşhis etmektir. Bu bakımdan, deyim yerindeyse bir ülke sorunları genel envanterinin oluşturulması gereklidir. Teşhis, tedavi için gereklidir.

Türkiye’nin acil ihtiyacı sorunlarını çözüme kavuşturacak bir toplumsal yeniden yapılanma projesinin yürürlüğe konulmasıdır. Değişen değerler, değişen dünya ve değişen Türkiye, yeniden yapılanmayı ve reformu kaçınılmaz kılmaktadır.

Toplumsal yeniden yapılanma projesi, bir değişim ve reform stratejisi olmalıdır. Geçmişi, bugünü ve geleceği bir bütün olarak ele alan ülke stratejisinde Türkiye’yi 21. yüzyıla taşıyacak hedefler tespit edilmelidir.

Türkiye’nin yeni toplumsal vizyonu çağı yakalamak, gelişen ve değişen dünyaya entegre olabilmektir.

Türkiye’nin yeni toplumsal vizyonu, iyi bir sosyal düzenin temel amaçları olan barış, özgürlük, adalet, refah ve güvenlik ilkelerini gerçekleştirmek olmalıdır.

Türkiye’nin yeni toplumsal vizyonu, iyi bir siyasal düzenin temel ilkeleri olan çoğulcu, temsil ve katılıma dayalı, azınlık haklarının çoğunluk haklarına feda edilmediği, parlamentonun ve siyasal iktidarın güç ve yetkilerinin sınırsız olmadığı, hukukun üstünlüğünün geçerli olduğu, bireylerin siyasi hak ve özgürlüklerinin etkin bir şekilde güvence altına alındığı bir anayasal demokrasiyi gerçekleştirmek olmalıdır.

Türkiye’nin yeni toplumsal vizyonu, iyi bir ekonomik düzenin temel ilkeleri olan, özel mülkiyet , rekabet, veraset, sınırlı devlet, özel girişim ve bireylerin ekonomik hak ve özgürlüklerinin güvence altına alındığı bir serbest piyasa ekonomisini gerçekleştirmek olmalıdır.

 21. yüzyılın hedefi demokrasi ve piyasa ekonomisi (liberal ekonomik düzen) ilkelerine dayalı liberal demokrasiyi gerçekleştirmektir. Bu hedeflere ulaşmak bireysel ve toplumsal sorumluluk bilincine bağlıdır. Öncelikle toplumda yaşayan bir birey olarak görev ve sorumluluklarımız olduğuna inanmamız gerekiyor. Birey olarak “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın”, “gölge etme başka ihsan istemem”, “bu memleketi biz mi kurtaracağız”, “böyle gelmiş böyle gider” ve benzeri yaklaşımlardan ve anlayışlardan kendimizi arındırmamız gerekmektedir. İsteğin, iradenin, cesaretin ve kararlılığın bulunmadığı yerde değişim ve reform olmaz. Türk kamu yönetiminde bugün hala Osmanlı kapıkulu geleneği ve Cumhuriyet rejiminin merkeziyetçi-bürokratik yönetim geleneği varlığını sürdürmektedir. Türkiye’nin sivil toplum düzenine kavuşabilmesi için değişim ve reformun bireyler tarafından diyalog ve uzlaşmaya dayalı olarak gerçekleştirilmesi gerekir. Türkiye, özgür ve demokratik bir ülke olmak istiyorsa sivil toplum düzenini oluşturmak zorundadır. Sivil toplum düzenini inşaa etmek için tüm bireylerin ve tüm toplumsal katmanların gücüne ve katkısına ihtiyaç bulunmaktadır. Bu bir toplumsal misyondur. Vizyon olmadan hedef olmaz. Misyon olmadan da hedefe ulaşılamaz. Son sözü Osmanlı Devleti’ne 19. yüzyılda büyük hizmetler vermiş hem devlet hem bilim adamı Ahmet Cevdet Paşa’nın bir cümlesinden yola çıkarak vermemiz doğru olacaktır. Ahmet Cevdet Paşa: “Değişmemekte ve statik kalmakta direnen memleketler kadar dengeyi kaybedenler de tarihin harabelerine gömülmüşlerdir.” demiştir. Değişime olan inancın giderek daha da yerleştiği statükodan arınan Türkiye, siyasetten ekonomiye, toplumsal yaşamdan teknolojiye kadar istikrarı ve ilerlemeyi sağlayacak, devlet ile millet arasındaki mesafenin giderek azaldığı, vatandaşlarının huzur ve güven ortamında yaşadığı, küresel sahnede söz sahibi bir ülke olacaktır.

KAYNAKLAR

Adler, A., (2012), İnsanı Tanıma Sanatı, (Çev. Kâmuran Şipal), İstanbul: Say Yayınları.

Ahmad, F., (2014), Modern Türkiye’nin Oluşumu, (Çev. Yavuz Alogan), İstanbul: Kaynak Yayınları.

 Aiskhylos, (2000), Zincire Vurulmuş Prometheus, (Çev. Azra Erhat & Sabahattin Eyüboğlu), İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

Aktan, C. C., (1994), Gerçek Liberalizm Nedir?, İzmir: T Yayınları.

Aktan, C. C., (24.04.1998), Siyasal Güç Dönüşüme Engel, Milliyet, 7.

Aktan, C. C., (1999a), Toplumsal Dönüşüm ve Türkiye, İstanbul: Milliyet Yayınları.

Aktan C. C., (1999b), Kirli Devletten Temiz Devlete, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları.

 Aktan, C. C., (2002), Anayasal İktisat, Ankara: Siyasal Kitabevi.

Aktan, C. C., (2003), Değişim Çağında Devlet, Konya: Çizgi Kitabevi.

Aktan, C. C., (2006), Özal’ın Değişim Modeli ve Değişime Karşı Direnen Güçlerin Tahlili, Türkiye Günlüğü, 40, Mayıs-Haziran 1996.

Aktan, C. C., & Ay H., & Çoban, H., (2007), Siyasal Karar Alma Sürecinde Çıkar Grupları, içinde: Modern Politik İktisat: Kamu Tercihi, (Edi. Coşkun Can Aktan & Dilek Dileyici), Ankara: Seçkin Yayıncılık.

Aktan, C. C., & Dileyici D., (2009), Kamu Ekonomisinde Karar Alma ve Oylama, içinde: Kamu Ekonomisi, (Edi. Coşkun Can Aktan & Dilek Dileyici), İzmir: Birleşik Matbaacılık.

 Barlas, M., (2001), Turgut Özal’ın Anıları, İstanbul: Birey Yayıncılık.

Çelebi, I., (2013), Türkiye’nin Dönüşüm Yılları: Yeniden Öğrenme Zamanı, İstanbul: Alfa Yayınları.

Çiçek, C., (2014), Yeni Türkiye’nin Oluşumunda Bazı İlke ve Hedefler, Yeni Türkiye, 56, Ocak – Şubat 2014.

Dahl, R. A., (1993), Demokrasi ve Eleştirileri, (Çev. Levent Köker), Ankara: Türk Siyasi İlimler Derneği – Türk Demokrasi Vakfı.

Göktepe, C., (2014), Türkiye’de 27 Mayıs Darbesi Sonrası İç ve Dış Siyasi Gelişmeler (1961-1964), içinde: Osmanlı’dan İkibinli Yıllara Türkiye’nin Politik Tarihi (İç ve Dış Politika), (Edi. Adem Çaylak & Mehmet Dikkaya & Cihat Göktepe & Hüsnü Kaplı), Ankara: Savaş Yayınevi.

Gürpınar, D., (2013), Düne Veda Türkiye’de Liberalizm ve Demokratlık (1980- 2010), İstanbul: Etkileşim Yayınları.

Haldun, İbn-i., (1977), Mukaddime, C.1., (Çev. Turan Dursun), İstanbul: Onur Yayınları.

 Heywood, A., (2014), Siyaset, (Çev. Bekir Berat Özipek & Bican Şahin & Mete Yıldız & Zeynep Kopuzlu & Bahattin Seçilmişoğlu & Atilla Yayla), Ankara: Liberte Yayınları.

Kapani, M., (1993), Kamu Hürriyetleri, Ankara: Yetkin Yayınları. Karpat, K. H., (2013), Türk Siyasi Tarihi: Siyasal Sistemin Evrimi, İstanbul: Timaş Yayınları.

Krogerus, M., & Tschäppeler, R., (2013), Değişim Kitabı: Dünyanın Nasıl Şekillendiğini Anlamak İçin Elli Model, (Çev. İbrahim Şener), İstanbul: Pegasus Yayınları.

Le Bon, G., (2014), Kitleler Psikolojisi, (Çev. Hasan Can), Ankara: Tutku Yayınları.

Macit, M., (2010), Türkiye’de Değişim ve Siyaset; Siyasal Reklam ve İlanların Dilinden: 1950-2000, İstanbul: Birey Yayınları.

Mahçupyan, E., (2008), Türkiye’yi Anlamak: Zihniyet, Değişim ve Kriz, İstanbul: İletişim Yayınları.

Öztuna, Y., (2015), Kısa Osmanlı Tarihi, İstanbul: Derin Tarih Kültür Yayınları.

Poggi, G., (2011), Devlet: Doğası, Gelişimi ve Geleceği, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Rousseau J. J., (2014), Toplum Sözleşmesi, (Çev. Vedat Günyol), İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

 Samuelson, W., & Zeckhauser, R., (1988), Status Quo Bias in Decision Making, Journal of Rzsk cind C’ncertaznt, 1, 7-59.

Sartori, G., (1997), Demokrasi Kuramı, (Çev. Deniz Baykal), Ankara: Siyasi İlimler Türk Derneği.

Şentürk, H., (2007), Darbelere ve Muhtıralara Karşı Demokratik Mücadele Yöntemleri, İstanbul: Okutan Yayınları. Turgut, M., (2006), Değişen Türkiye Değişemeyen Siyaset, İstanbul: Etik Yayınları.

Tutar, H., (2007), Türk Siyasetinde Sancılı Yıllar, İstanbul: Bizim Kitaplar Yayınevi.

Türk Dil Kurumu (TDK), http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&kelime=STAT%C3%9CKO (24.07.2014).

 Weber, M., (2014), Bürokrasi ve Otorite, (Çev. H. Bahadır Akın), Ankara: Adres Yayınları. Zürcher, E. J., (2013), Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İstanbul: İletişim Yayınları.

 

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu